6 Nisan 2013

Paris - 3. Gün

Paris'in 3. gününe çocuklarımızı mutlu etmek amacı ile Jardin des Plantes'te başlamaya karar verdik. Onlar bu tatilden hiçbir şey anlamadıkları gibi arabada bize boyun eğmek durumunda kalıyorlardı ve bundan da üzüntü duyuyorduk. Daha da kötüsü Bahar hastaydı. Hiç kıyamayız ki biz ona. Ama bebekle evden çıkmak zor işte. İstediğimiz saatte çıkamadık. Jardin des Plantes'e geldiğimizde  Bahar uyuyordu. Hava çok güzeldi. Daha önceki yazılarımda belirtmiştim ya gelişmişlik sadece bina dikmekle olmuyor, insanlara yaşam alanı da yaratmak gerek diye. Jardin des Plantes de şehrin orta yerinde yemyeşil koca bir alan. İçinde mini bir hayvanat bahçesi de var. Mini derken Avrupa standartlarında mini. Yoksa Türkiye'deki çoğu hayvanat bahçesi ile aynı ebatta. Bizim AOÇ'dekinden küçük sanırım ama Antalya'dakinden kesinlikle büyük. Atatürk Orman Çiftliği'de şehrin içinde sayılır ama o zaman ülkemiz hızla gelişirken bir Atatürk vardı şehre yeşili getiren, onu savunan. Şimdi ara ki bulasın.
 
Jussieu metrosundan inip de az yürüyünce varılıyor Jardin des Plantes'e. Girişinde hemen küçük bir oyun parkı var. Bahar uyuyordu ama dayanamadım uyandırdım. Oynasın çocuk diye. Park da çok güzeldi. Özellikle şu tahtırevalliyi yaylı düşünerek iki kişinin tekelinden çıkarıp her çocuğun kullanımına sunmak büyük icat olmuş bence. Kızım uykudan uyanmasına rağmen huysuzluk yapmadı parkı görünce ve bol bol oynadı.
 
Ancak bunun uzun sürmeyeceğini düşündüğümüzden iyice huysuzlaşmadan hayvanları da göstermek istedik ona. hayvanat bahçesine giriş kişi başı 10 EUR idi.

Bahar'ın biraz yürüdükten sonra uykusu geldi. Çocuğu zorlamanın alemi yoktu ve mecburen uyuttuk. Çok az hayvan görebildi kızım. Çok yazık ona.




Jardin des Plantes'in çıkışında ağaçlar çok güzel bir görüntü arz ediyordu. Eminim baharın ilerleyen günleri ile yeşillenince de ayrı bir güzel olacaktır ama ilgi çekici idi bu haliyle.

 
Bir sonraki durağımıza geçmeden önce yol üzerinde bir şeyler atıştırdık. Sandviç tarzında. Yemek yediğimiz yerin hemen yanında waffle tarzı tatlı yapan bir dükkan vardı. Krep gibi bir ekmek var. Onun içine çubuk çikolatalar sokuyor. Basıyor tost makinesine. Lezzetli bir tatlı oluyor. Yemek üstüne iyi gitti.


İkinci durağımız bir başka bahçe olan Jardin du Luxembourg idi. Yine yeşil, yine şehrin ortasında. Yine anlıyoruz ki şehir insanın hizmetinde. Burada da insanların güneşten istifade ettiklerini, kiminin çocuğu ile parkın ortasındaki havuzda gemi yüzdürdüğünü, kiminin tenis kortlarında tenis oynadığını, kiminin çocuklarının minik atlara bindirdiğini gördük. Gemileri orada bir eleman yarım saatliğine 3 EUR karşılığında kiralıyordu. Paris'e de çok turist geliyor ya, ona göre her bir gemi -muhtemelen turist yoğunluğuna göre- bir ülkenin bayrağını yelken yapmıştı kendine.







Çocuklara bir şeyler yedirdikten sonra üçüncü durağımız olan Eiffel Kulesi'ne doğru yola çıktık. Aslında amacımız önce Eglise Saint Sulpice kilisesini görmekti ama zaman akıp gidiyordu ve planlama yapmak mümkün, planları uygulamak ise çok mümkün değildi çocuklarımızla. Ben şikayetçi miydim bu durumdan? Asla, kızımla olayım da nereyi, ne kadar gördüğüm umurumda değil. Neyse en azından önünden geçtik bu kilisenin de.

Eiffel gündüz çok da bir şey ifade etmiyormuş onu anladık her şeyden önce. Aslında üçüncü gün itibarıyla onu da anlamadık da daha sonra gece tekrar geldiğimizde bunu net bir şekilde anladık. Gece Eiffel turu başka bir yazının konusu olacak. Bu gelişimizde ise o kadar çok sıra vardı ki; zaten kuleye çocuklarla çıkmaya, onca sırayı beklemeye cesaret edemedik. Gece geldiğimizde çok rahat girdiğimizi de düşünecek olursak akıllıca bir iş yapmışız diyebilirim. Ama görmeden döndük de dedirtmezdik elbette kendimize ve birçok kule resmi çektik. Bence tek başına Eiffel resimleri estetikten uzak. En azından gündüz itibarıyla ama. Ama Paris'in tarihi dokusunu binalar arasında Eiffel gerçekten güzel görünüyor.



Bu şekilde günümüzü bitirdikten sonra, ben 3. gün itibarıyla halen bir Fransız şarabı içmedim, bir lokantasına gidemedim diye eşime iletince, kalktık evimizin dibindeki Hippopotamus isimli restorana gittik. Belki dedik Bahar'ın da iştahı az daha düzelir de o da bir şeyler yer. Ama ne mümkün. Kızımı en fazla 20 dakika zaptedebildik ve Başak özveri ile eve geçti. Bana ise romantik (!) bir Paris akşamını tek başına restoranda tamamlamak kaldı. Ama şarap güzeldi. Yemeğe (Başak sadece salata yedi) 55 EUR ödedim. Dediğim gibi TL = EUR olarak düşündüğüm için dokunmadı. Ankara'da Nusret'e gitsem şarapla falan aynı parayı öderdim sanırım. Et de lezzetli idi.


Yazımı evimizin dibindeki anıtın resmi ile bitireceğim. Collona de Juliet anıtı.
 
Bu anıt 1830 devrimini temsilen yapılmış. Bu devrim ile Bourbon hanedanlığına son verilmiş ve liberal monarşi dönemine geçilmiş. Burjuvazi yönetimde önemli güç sahiplerinden biri haline gelmiş.

Paris tatilini anlatmaya devam edeceğim.

1 Nisan 2013

Kireçburnu, Erdal Bakkal

Bugün Leyla ile Mecnun'un çekildiği yerleri görme amacı ile Kireçburnu'na gittim. Gittiğim gördüğüm yerler o kadar güzeldi ki; set teferruat oldu, görsellik ön plana çıktı. Gönül buralarda müstakil bir ev sahibi olmak ister ama anca ister.
 
Kireçburnu'ndan tepeye doğru tırmandıkça ki; bu bölgeyi Kireçbayırı olarak adlandırıyorlar- İstanbul'un o kalabalığı, cümbüşü kayboluyor. Üstelik güneşli bir Pazar günü oluyor bu söylediklerim. Yerini insanı dinginleştiren kuş sesleri, muhteşem bir Boğaz manzarası, sessizlik, güzel müstakil evler ve alabildiğine yeşil alıyor. Kireçburnu sahilini, deniz kenarını seviyordum da denizden tepelere bakınca bu kadar güzel olacağını hayal edemiyordum. Hayalimde yapılaşmamış, eski altyapısız evler bakımsız sokaklar vardı. Ama tam tersi çıktı. Görsel olarak her şey çok güzeldi. Kireçburnu sakinleri de samimi görünen bir pankart yaptırmışlar belediye başkanları için. Resimlemedim ama bugüne kadar herkesin vaat edip yaptırmadığı merdivenlerin tamamını taahhüt ettiği gibi yaptırmış olmasından dolayı "Allahı var" diyorlardı belediye başkanlarına.



Bu güzellik Leyla ile Mecnun setini ikinci plana atmıştı. Aslında set oyuncuları vs. zaten umurumda değildi. Bana sıcak gelen mekanları görmek istiyordum sadece. İskender'in evi ve Erdal Bakkal. İskender'in evini göremedim, ne yalan söyleyeyim çok da zorlamadım ama Erdal Bakkal'ı görmeden dönmem derken karşıma çıkıverdi.


Bu Büyükdere'yi, bu Kireçburnu'nu seviyorum. Huzur veriyor, İstanbul'da bir yeri bu kadar seveceğimi düşünmezdim doğrusu.