23 Ocak 2011

Amsterdam, Son Notlar

Amsterdam'da bulunduğumuz dönemde güneş saat 08.30'da doğuyordu. Sabah namazı için oldukça güzel bir vakit. 5'te 6'da kalkmak yerine 2 saat daha uyuyor buradaki müslümanlar. :)

Kentteki tüm taksiler Mercedes idi. Gelir düzeyini açıklamak açısından güzel bir nokta.
Şehir dümdüz. Belki de o nedenle bisiklet kullanımı çok yaygın. Ama söylendiği kadarıyla hafta içleri kentte ciddi bir trafik sorunu oluyormuş. Amsterdamlılar hafta sonları ise genelde araçlarına veda edip bisiklet kullanma alışkanlığı taşıyorlarmış.

Sadece yemeklerine baksak, kişileri görmemiş olsak diyeceğiz ki; buralarda obezite yaygın bir problem. Yemekler yağlı, sağlıksız veya fast food tarzında. Ama insanları obez değiller. Hatta manken gibiler maşallah. Allah sevdiklerine bağışlasın. :) Muhtemelen spor ve bisiklet kültürü ile yakından ilişkili dış görünümleri.

Özgürlükler ülkesi namını sınırlı dozda uyuşturucu kullanılması, hem cinslerin evlenebilmesi gibi hususların yanı sıra cinsel özgürlüklerin de geniş tutulmasından alıyor. Cinsel özgürlük kavramına cinselliğin metalaştırıldığı girişimlere tanınan serbestlik de giriyor. Aşağıdaki resimde devletin elektrik direğine yasal yollardan asılan cinsel temalı bir pano görüyoruz. Red Light Street yaşayan bir seksüel merkez. Cinsel istek tatmini olmasa da sadece meraktan görmeye giden binlerce kadınlı erkekli turist dahil oldukça kalabalık bir topluluğu ağırlıyor her gün. Buralarda hayat kadınlarının yanı sıra, cinsel tiyatrolara, striptiz barlarına, erotik ürünler satan dükkanlara da rastlanıyor. Kadının metalaştırılmasına karşıyım. Ancak kent bu olguyu öylesine benimsemiş ki; -tarihin en eski mesleklerinden olduğu için olsa gerek- kenti tanıtan turların neredeyse tamamı güzergahlarına bu caddeyi de alıyorlar.
Kent hareketli bir kent lakin birçok alışveriş mağazası saat en geç 8 dedin mi kapanıyor. Albert Heijn isimli marketleri var. Aradığınız her türlü peyniri ve ıvır zıvırı bulabiliyorsunuz. Biz de oradan alabildiğine peynir almıştık. Kimileri güzel kimileri hakikaten kötüydü. Aradan 1 yılın üstünde geçti. Halen yiyoruz. +48 yazan peynirler güzelmiş. Son peynirimizde de öyle yazıyordu. Bu işaretin anlamını şöyle. %48 ve üstü yağ oranı var peynirin. Maşallah maşallah. Ancak bu yağ denen gıda, her ne kadar zararlı da olsa, neyin içine girse bir güzelleştiriyor, bir lezzetlendiriyor. Amsterdam'dan sevenler ayrıca Balsamik Sirke de alabilirler. Zira Türkiye'nin 1/4'ü fiyatına satılıyor.
Şimdi videoları falan izleyince daha da emin oldum. Hakikaten 3 gün yetmemiş küçücük Amsterdam'a. Çok sınırlı gezmiş, çok sınırlı fotoğraflar çekmiş, çok az müze ziyaret etmişiz. Bir günlüğüne gidilecekse bu kente mutlaka bir tramvaya binilmeli ve kent baştan sona bir gezilmeli. Muhakkak Dam Meydanı'na gidilmeli. Singel üzerindeydi sanırım. Oradaki lale dükkanlarına mutlaka uğranmalı.

Lale dükkanı deyince. Bu buzul kenti lalenin anavatanı olamaz elbet. Biz lalenin menşeinin ülkemiz olduğunu iddia ediyoruz ama profesyonel değiliz işte. Adamlar öyle bir benimsetme politikası izleyip, bunu pazarlamaya öyle bir çevirmişler ki; Türkiye'den gitmeyen herkes lalenin anavatanına Hollanda der kesinlikle.
Kenti daha yakından görmek için bir kanal turu da mutlaka yapılmalı. Çok güzel görüntülerle karşılaşıyor insan. Amsterdam kendine özgü mimarisiyle beğeni oluşturuyor. Doğasıyla değil örneğin. İstanbul'u İstanbul yapan Boğaz'dır bence öncelikle. Sonra tarihi eserleri zenginlik katar o şehre. İstanbul'da boğaz olmasa büyük olasılıkla kimse mimarisi için gitmezdi bu kente. İşte Amsterdam bu açıdan farklılık arz ediyor. El yapımı kanalları ve işte burası Hollanda dedirten mimarisi ile turistleri çekiyor kendine. Resimler, yaptığımız kanal turundan çekildi.
Güzel şehirdi Amsterdam. Üşüdük ama değdi o görselliğe ve kültüre. Güzel bir yılbaşıydı. Güzel bir tatilcikti.
Bir daha gitmemiz lazım bu kente ki; gerçekten gitmişiz diyelim. Bir sonraki yazımda ülkemden alıntılar yapacağım. Neresi ben de bilmiyorum, bekleyen çok yazım var sırada.

18 Ocak 2011

Amsterdam'da İki Müze

Gezilerimize son hızla devam ederken şehri de tanımak için tarihi dokusunu da anlamak gerekiyordu ve bunun için de Amsterdam Historical Museum (Amsterdam Tarih Müzesi) doğru adresti.

Amsterdam Tarih Müzesi 1975 yılında açılmış. Aslında müze hakkında resim ve notlarıma geçmeden önce belirtmeliyim ki; müzecilik anlamında Amsterdam çok gelişmiş bir kent. Çok fazla müze var ve rağbet de görüyor. Müzesi olan ve müzesine ilgisi olan ülkeler arzu edilen kültür düzeyini yakalamışlardır bence.

Amsterdam Tarih Müzesi'nde en fazla dikkatimizi çeken husus mekanın çok büyük olmasına karşın birçok görsel araçla süslenmesi sonrasında müzede geçirilen en az 3 saate karşın neredeyse hiç sıkılmadan gezilebilmesi oldu.

Girdik efendim müzeye devasa bir ekran, kocaman ve bomboş bir Amsterdam haritası var burada. Harita kente ilk yerleşimin olduğu 1200'lü yıllardan başlıyor gösterime. Bir yandan ilk yerleşim yerleri gösterilirken, diğer yandan o yerleşim dönemlerindeki nüfusa ilişkin bilgiler veriliyor. Bir de bakıyorsunuz ki; yüzeysel de olsa Amsterdam'ın gelişimi hakkında kalıcı sayılabilecek bir bilgiye sahip olmuşuz. Bu arada bakar mısınız ülkemiz tarihsel açıdan nasıl da zengin? Milattan önceler bir yana, tarihteki ilk insana ilişkin eserlere rastlanıyor ülkemizde. Bu nedenle çok çok daha fazla önem vermeliyiz tarihimize, zenginleştirmeliyiz müzecilik ve kültür anlayışımızı.

Müzede eski tarihlerden kalma büyük bir dünya haritası vardı. Hemen oradan ülkemizin bulunduğu yerin resmini çektik. Ne yazık ki; haritanın hangi yıldan kalma olduğu bilgisini almamışız. Sonra da internette o kadar aradım ama bulamadım. Aynı eksikliği Amsterdam'dan dünyanın birçok noktasına seyahat eden önemli kişilerin seyahat güzergahlarını gösteren görseli fotoğraflarken de yapmışım maalesef. Ancak o kadar güzel ki; siz önce o gezginin neler yaptığını okuyorsunuz, akabinde o gezginin adının bulunduğu tuşa bastığınızda dünya haritası üzerinde yapılan seyahat yolu ışıklandırılıyor ve rota anlaşılır kılınıyor.
Müzede kentin bir kıyı kenti olması nedeniyle gemi yapımcılığının eskiye dayandığı hususunu sergilemek amacıyla birçok ahşap gemi maketi sergileniyordu. Bunlardan bir tanesini aşağıda veriyorum.

9 Ekim 1969 tarihi Hollanda tiyatro tarihi açısından büyük önem taşımaktaymış. Seyirciler klişeleşmiş tiyatral etkinliklere tepki olarak sahnedeki oyuncuları domates yağmuruna tutmuşlar. Bu protesto Hollanda tiyatroculuk sistemini temelden değiştirmiş. Genç ve girişimci tiyatroculara sahne verilmeye başlanmış. İşte bizim Amsterdam'da olduğumuz dönemde de şansımıza bu protesto ve yarattığı değişimler Tarih Müzesi'nde sergileniyordu. Şimdi Hollandalılar bu protestoyu bir şeref madalyası gibi yad ediyorlar. Bir yanda eleştiriye gösterilen saygının yarattığı kökten değişim ve gelişim, bir yanda protestolara karşı ölçüsüz hoşgörüsüzlük ve artan baskılar. Her neyse görsellerine geçeyim.
Amsterdam tarihini yavaş yavaş öğrenirken ülkemizden Hollanda'ya göç eden ve kentin 2. Dünya Savaşı sonrası gelişimine önemli katkılar koyan işçilerimize de özel bir köşe ayrıldığını gördük ve mutlu olduk. 1950'li yıllarda Amsterdam'ın ekonomik büyüme performansında gelişme kaydedilmesi birçok firmanın işçi açığının ortaya çıkmasına yol açmış. Birçok misafir işçi şehir merkezindeki aşırı kalabalık evlerden birinde bir yatağa razı olarak gelmiş Amsterdam'a. Bu bağlamda firmalar tarafından işçilerinin konaklaması için geçici yerleşim birimleri oluşturulmuş. 1964 yılından 1979 yılına kadar Türk işçiler Kuzey Amsterdam'da yer alan Klaprosenweg'de kalmışlar ve kaldıkları yerin adını Atatürk Yerleşkesi koymuşlar. İşçiler genellikle tersanecilik sektöründe görev almışlar. Atatürk Yerleşkesi zaman içinde Amsterdam'da yaşayan tüm Türklerin sosyal merkezi haline gelmiş. Kantinleri film akşamlarından sonra kapanmış, Türk sanatçıları festivallerde takdire şayan performans sergilemişler. Amsterdam'ın tek camisi de Atatürk Yerleşkesi'nde inşa edilmiş. Bu bilgileri daha önce yaptığım hatayı tekrarlamayarak ilgili bölümün yanındaki açıklamanın resmini çekmek suretiyle edindim.
Müzede görsel anlamda çeşitliliğin olduğunu söylemiştim daha önce. Örneğin ulaşımın gelişimine ilişkin bilgileri bir arabanın ön camındaki ekrandan siyah beyaz olarak yansıtıyorlardı. Biniyordunuz arabaya, tek yapmanız gereken önünüze bakmaktı. Eski barların görünümünü ise son derece süslü ama zevkli bir barı yansıtarak getirmişlerdi önümüze.
Başka bir bölümünde ise müzenin, protest tavırları ile anılan sanatçıların çıplak portreleri yağlı boya ile sergilenmiş. Elimden geldiğince sansürlemeye çalıştım resimleri ama hayırlısı artık. İlk eserde Robert Jasper Grootveld'i görüyoruz. 1932-2009 yılları arasında yaşayan Grootveld 1960'lı yılların ikonu olarak anılıyormuş. Provo protest hareketinden (sigara içilmesine karşı bir protesto) esinlenerek tüm şehri bisiklet kullanmaya davet etmiş. Diğer eserde ise Simon Vinkenoog'u görüyoruz. 1928-2009 yılları arasında yaşayan yazar ve şair Vinkenoog 1960'ların ideallerini yaşatmak için çabalayan yorulmaz bir protest imiş. Birçok derginin kurulmasına öncülük etmiş. Şiirleri genç şairlerin önünü açmış.
Amsterdam'da çok fazla müze var ama hepsine gitmek için çok uzunca bir süre gerekiyor. Biz iki tane müze gezdik, ikincisi Ortaçağ Avrupası'nda skolastik çağda (karanlık çağ) yapılan işkenceleri konu alıyordu: kısaca İşkence Müzesi. İşkence müzesinde portakal sıkar gibi kafaların sıkıldığı aletlerden, her tarafı çivili koltuğa, yağlı kazıktan beter kütük piramitlere varıncaya kadar birçok tüyler ürperten işkence aleti ve canlandırmalarına şahit olduk. Bir kısmını aşağıda paylaşıyorum.


Amsterdam ile ilgili genel görüntüleri paylaşacağım bir sonraki yazımla beraber kısa Amsterdam gezime ilişkin yazılarımı tamamlayacağım.

8 Ocak 2011

2010'un İlk Günü-Amsterdam

2009 yılını uğurlayıp 2010 yılına girdiğimiz ilk gün Amsterdam'ın tadını çıkarmaya koyulduk. Şehir merkezi küçük, yani yürüme mesafesinde olduğundan biz de tabana kuvvet dedik ve başladık yürümeye. Aslında gezilecek çok fazla yer vardı ancak yılbaşı nedeni ile birçoğu kapalıydı. Bu nedenle Amsterdam eksik kaldı bizim için. Gidip tamamlamak lazım. Hayırlısı diyelim. Gözümüzü her yeri gezme hırsı bürüdüğünden ne zaman kafamıza eser de eksikleri tamamlarız bilemiyorum. Lakin güzel bir şehirdi Amsterdam vesselam. Gitsek yine mutlu oluruz, tekerrür üzmez bizi.

Önceki yazımda Amsterdam'ın kanallarla örüldüğünü söylemiştim. Bu yazımda ise o kanallar ve çevresindeki etkileyici mimariden örnek resimler paylaşacağım.



Kiliseler kapalı olduğu için ancak uzaktan bakabildik. Biz de mimariyi seyrede seyrede Vondelpark'a doğru uzandık.


Bisiklet kullanımının yaygınlığını şehrin her yerinden anlayabiliyoruz. İşte bisiklet park ve yolları. Böyle bir altyapıya hazır olmamız çok uzun zaman alacağa benziyor. Bir de fikri değişim gerekiyor ki; o daha da uzun zaman alacaktır ülkemizde.

Vondelpark'a bir türlü gelemedik ama konu fikri değişimden açılmışken bahsetmeden edemeyeceğim. Bizim ülkemizde kaybolan yakınlarımızı bulamazken şehirde öyle bir güven ortamı hakim ki; kayıp kedi ilanı var. Hayvanları sevmeyen insanları sevemez derler ya. İşte bu kavramı damarlarımızda hissediyoruz Amsterdam'da. İlginç olan şu: Bizde bir hayvan kaybolsa, sonu büyük ihtimalle ölümdür zavallıcığın. O panikle gider bir arabanın altında kalır veya bir cani ruhlunun saldırısına maruz kalır. Bunlardan da kurtulursa bir belediye muhakkak zehirler. İlan verilmesi mi? Gülerler adama. İşte bu ülkede gülünmüyor buna, ne güzel değil mi?

Artık Vondelpark'ı anlatmanın zamanı geldi. Vondelpark şehir merkezinde insanlara spor yapacakları, keşmekeşten kaçacakları, kafalarını dağıtacakları bir ortam sağlıyor. Amsterdam'da bu tür parklardan çok var, biz otelimize yakın olduğu için buraya gitmeyi tercih ettik.

Vikipedia'dan aldığım bilgilere göre 47 hektarlık alana kurulmuş Vondelpark. Açılış tarihi 1865. Açıldığında Nieuwe Park imiş adı. Daha sonra yazar Joost Van Del Vondel'in adına hitaben parkın adı Vondelpark olarak değiştirilmiş. Yılda 10 milyon ziyaretçisi varmış parkın.

İnsanlar parkta hayvanlarını gezdirirken türlü türlü kuş çeşitleri görebiliyoruz. Bizim kuğularımız Ankara'da Kuğulu Park'a tıkılmış, burada ise parklarda geniş geniş salınıyorlardı. Bu arada biraz Avrupa özentisi gibi hissettim kendimi. Yani iyi yönleri mevzubahis olunca sonuna kadar özenirim, bizde de olsun isterim açıkçası.

Parkın hemen girişinde bir de film müzesi vardı ama maalesef kapalıydı. Ne kötü değil mi? Neyse yürüdük mecburen. Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. Derken bir vatandaş ile karşılaştık. Adam spor yapıyor. Tamam yap tabi sporunu. Zeki, çevik ve ahlaklı ol. Ancak böyle giyinmene de gerek yok ama. Kendimi eskimo gibi hissettim yanında arkadaşın. Ben gölcük üzerindeki buzlarda yürüyecekken adam şortla koşuyordu. Durdurdum kendisini. Sandı ki; eşimle resim çekilmek istiyorum. Sonra kendisi ile resim çekilmek istediğimi söyleyince hafif şaşırdı. Ama hafif tabi. Ne de olsa Hollanda'da erkekler arası evlilik de yasal. Öyle anlasaydı ağzımızın tadı kaçacaktı. Ben kendisine kıyafet farkına ilişkin durumu anlattım ve anı ölümsüzleştirdim. Helal olsun diyorum kendisine. Hayatta başarılar.

Müze gezilerimizi ertesi güne saklayarak atıştırmaya koyulduk. Poffertie diye bir tatlıları var. Geniş teflon ocaklarda krep gibi bir şey pişiriyorlar, siz pişen şeyi yiyeceğinizi aromayı seçiyorsunuz. Sonra kürdanı batıra batıra yiyorsunuz. Lezzetli bir tatlıydı. Açlığımızı kesmeye ise yetmedi. Yemeğe gittik. Bu kez Arjantin yemekleri yapan bir restoranda giderdik açlığımızı. Her bira türünden denedim bu şehirde. O kadar da çok var ki... Eşim de meyveli şarap denedi. Nereden bilelim asıl meyveli şarapları ülkemizde Şirince'de içeceğimizi. Her neyse o başka yazının konusu. Eşimin içtiği şarabın adı Sangria idi. İspanyol şarabı imiş. Değişik ve güzeldi. Tavsiye olunur.