26 Haziran 2011

Tayland, Bangkok, Suan Lum Night Bazaar

Tayland yazılarına başlıyorum. İlk olarak Suan Lum gece pazarından bahsetmek istiyorum. Ülkemize göre çok çok ucuz olduğunu düşündüğüm Tayland'ın ve de Bangkok'un hediyelik eşya ve aksesuar almak için en cazip yerlerinden biri. Yanlış hatırlamıyorsam kapanması gündemde idi. Türkiye'de çok pahalıya satılan birçok ahşap işleme ürünü burada çok makul fiyatlara bulabiliyoruz. Alışveriş bana genelde yorucu ve ağır gelir ama burada çeşit o kadar çoktu ve her şey o kadar makul fiyatlı idi ki; elimiz kolumuz dolu dolu geldik.
Yorulduğumuzda bize Doğu Asya'nın tropik meyvelerinden elde edilen muhteşem meyve suları içme imkanı veren yerler var çevresinde.

Tabi bizim yanımızda Talat ve Neşe gibi çok sıcak iki arkadaşımız olunca buraları keşfetmek de daha kolay olmuştu. Herkese nasip olmuyor böyle insanlar. Sağolsunlar... Tayland yazıları boyunca yemeden, içmeden bol bol yazacağım. Ama mango ile hemen başlayayım. Mango harika bir meyve. Türkiye'de buradaki gibi lezzetlisini bulamıyorsunuz. Daha sert ve susuz oluyor. Zaten çok dayanıklı bir meyve değilmiş. O nedenle daha sert olanları ithal ediliyor olsa gerek. Ayrıca hediyelik eşyaları ile sınırlı değil ucuzlukları. Yeme içme de çok ama çok ucuz.

Dinlendikten sonra yeniden alışverişe. Ancak buraların ucuz olabilmesi için pazarlıktan ödün vermemek gerekiyor. Çin yazılarında da bahsetmiştim sanırım pazarlıktan. Burada marjlar Çin'deki gibi geniş değil. Yani orada 300 yuan dedikleri bir malı 40 yuana alabiliyordunuz. Arada 7-8 kat fark olabiliyordu. Burada bu fark 4 kat ile falan sınırlı.

Ahşap ürünleri satan dükkanlardan bir örnek vereyim:
Son zamanlarda Türkiye'de de görmeye başladım. Ayak rahatlatan masör balıklar. Yarım saati 7,5 TL miydi neydi. Ama biz hijyenik bulmadık yaptırmadık. Adam ayağını sokup masaj yaptıracak havuzda, sonra sen sokacaksın. Gerek yok, mantar falan olur. Neme lazım.
Bir de pazardan genel bir görüntü vereyim.
Buradan çıkışta bir taksiye binmek mümkün. Taksiciler genelde kazıkçı değil. Ama taksimetreli olan taksileri seçmekte fayda var. Ulaşım aşırı ucuz. Gittiğimiz onca kilometreye ve ödediğimiz mebalağa bakınca hayret ediyoruz. Ancak burada bir de tuk tuk denilen ve ağırlıklı olarak turistlere hitap eden araçlar var. Tuk tuk, deniyor bunlara çünkü yolcularını kornaya iki kez basarak "düt düt" diye kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Bunlar görece pahalı bir ulaşım alternatifi oluşturuyor. Ne zaman binilmesi gerektiğini bir sonraki yazıya saklıyorum ama akşam değil. Suan Lum'dan sonra değil. Gündüzleri demekle yetineyim şimdilik. Güzel bir tuk tuk resmi ile bu yazımı bitiriyorum. Bir sonraki yazımda Tayland'a ve ağırlıklı olarak Bangkok'a ilişkin özet tespitler vereceğim ve Baiyoke Sky Hotel'den görüntüleri paylaşacağım.

Tek seferde...

İçtiğimle devam ediyorum...

Baileys.

Shot olarak, buz gibi içmeyi seviyorum. Sütlü çikolata tadı boğazımdan süzülüyor.

Ya da kahveyi baileys ile karıştırarak yapıyorsunuz. Çok leziz.

Yediğim, İçtiğim Benim Olmasın...

Hani yediğin içtiğin senin olsun, bana gezdiklerini gördüklerini anlat, derler ya... Ben öyle yapmayacağım...

Yediğim içtiğim benim olmasın. Kısa kısa notlarla gireceğim bunları bloguma.

Yediğimle başlıyorum.

Adana Kebabı-Kebapçı Adil
Şırdan- Bedri Abi

Adana'yı detaylı olarak anlatırken yer alacak bunlar tabi ama, Adil'in Adana Karşıyaka'da, Bedri Abi'nin de Sabancı Merkez Camii'nin çaprazındaki benzincinin köşesinde açtığını söylemekle yetiniyorum şimdilik.

İkisi de muhteşemler...

18 Haziran 2011

Eymir Gölü

Ankara'nın yanı başında bir gölcük Eymir Gölü. Gölbaşı'ndan Polisevi'ne veya TEDAŞ'a giden yola saparak da gidilebilir, Oran'dan TRT'nin hemen yan tarafındaki dar yoldan inilerek de... Şehirden fazla uzaklaşmadan fersah fersah uzaklaşmış olmayı hissetmek için ideal bir yer Eymir. Yalnız herkes arabası ile giremiyor Eymir Gölü ve etrafındaki tesislere. Bu kadar sade kalmasının sebebi de bu olsa gerek. Zira Gölbaşı'nda Mogan Gölü kenarına gidenler Eymir'i görünce insanoğlunun aslında ne kadar zararlı olduğunu Mogan Gölü'nün çevresi taşlaşmış yapısından anlayabiliyorlar. Sadece ODTÜ mezunları ve hakimler (hakim statüsünde olanlar dahil) arabası ile girebiliyor Eymir'e. Hemen dışında araba park edilebilecek yerler var. İsteyen herkes arabasını oraya park edip girebilir. Biraz yürümek gerek ama ortam güzel, yürümeye değer.

Gölün iki ayrı girişi var ve bu iki ayrı giriş birleşmiyor. Bir girişi Bağ Evi girişi. Burada sadece Bağ Evi var. Bağ Evi'nde hafta sonları üstelik o manzara, temiz hava ve ferahlık için ödemeyi beklediğimizden daha uygun bir fiyata ortalamanın üzerinde bir kahvaltı yapma imkanımız var. Tam bir şenlik havasında oluyor hafta sonlarında Bağ Evi. Çoluğuyla çocuğuyla gelenler mi dersiniz, ev hayvanlarını getirenler mi dersiniz. Çok güzel bir ortam. Kimisi de kahvaltıya yemeğe değil de spora geliyor Bağ Evi girişinden. Gölün çevresi takribi 10,5 km. Koşu için çok ideal. Ne egzoz dumanı var, ne araba gürültüsü. Kuş sesleri, göl, güzel bir esinti ve huzur.

Gölün diğer girişinde ise birçok tesis var. Bu tesislerin hizmet odaklı çalıştıklarını pek söyleyemeyeceğim. Ama etrafındaki çiçekler, gölün güzel manzarası ve kuşlar ördekler hizmeti bizim açımızdan da ikinci plana atabiliyor.
İşte bu nedenle bizler de açıkçası çok önemsemiyoruz hizmetteki aksamaları. Ancak berbat da değil hani. Biraz yavaş. Biraz eksiklikleri var o kadar. Serçeler o kadar evcilleşmiş ki; bir keresinde kendisine ekmek ufalayıp atarken baktım kaçmıyor, pantolonumun üstüne koydum bir parça. Geldi dizimin üstüne kondu, yedi ve gitti. Tavşanlar var sonra. Hepsi semirmiş vaziyetteler.

Bu arada biz arabaya katlanır sandalye aldık. Yakında küçük de bir masa alacağız. Sonra piknik aletleri ve birayı buz gibi tutacak bir de termos aldık mı, değmeyin Eymir Gölü'ndeki keyfimize. Biraz yemek yedikten sonra göl çevresinde yürüyüş yapmak çok keyif verici oluyor. Ankara'nın taş yığınının ardından gölün harika manzarası bize şehri terk ettiğimizi hissettiriyor.

Her mevsimde ayrı bir güzelliği var Eymir'in. Kışın bembeyaz bir örtü kapladığında çimlerin üstünü ve çıplak kaldığında ağaçlar, suyun sığ kısımlarının buz tuttuğunu izliyorsunuz., verdiğiniz her nefes beyaz bir duman gibi çıkarken ve sadece içinizi değil tuttuğunuz elinizi de ısıtırken içtiğiniz çay. İşte o soğukta biraz yürüdükten sonra ve artık kafamızdaki bere dahi kar etmezken hemen bir tesise atıyoruz kendimizi ve sıcacık bir sahlep ısıtıyor içimizi.

Hele baharlarda. Çiçekler açmaya başladığında tesisler bahçe düzenlemelerini yapmış oluyorlar. Rengarenk ama kokulu ama kokusuz güller. Doğanın lütfu kır çiçekleri. Mis gibi kokan iğde ağaçları, yaseminler. Yavru ördekler. Artık görmeyi unuttuğumuz kelebekler. Hafif ürperten bir rüzgar, hafif yakan bir güneş. Bir sıcağı arzularken bir serini arzulamak. Sonra birden bastırıveren yağmur. Benek benek, halka halka olmuş gölün yüzeyi. Yağmurun şiddetine göre ya umursamayıp el ele gezen çiftler ya da tesislere sığınıp güzelliği seyreden şanslı insanlar. Çok daha önemlisi toprak kokusu. Ne güzel bir şey Allah'ım.

Havalar ısınıp da yaz gelince yine mi Eymir, evet yahu yine Eymir. Karasal iklim Ankara. Bir acayip sıcağı var. Kavurur adamı. Nemsiz, kuru. Rüzgarsız. Şehir içinde bir gölge apartman dibi ararken Eymir'de ağaçlar verir bize o huzuru. Bu kez elimizde sıcacık bir çay değil, buzzz gibi bir bira vardır. Göl yine önümüzde, ağaçlar arkamızda. Mutluluk mu, mutluluk hep Eymir'de...

8 Haziran 2011

İstanbul'dan Kareler...

Geçtiğimiz yılın yaklaşık bu döneminde yani 2010 yılının Mayıs ayında askerdeydim. İnsan askerde olunca dışarısı ayrı bir cazip geliyor. O dönemde yemin töreni sonrası İstanbul'un zaman yettiğince tadını çıkarmaya çalışmıştım eşimle.

Boğaziçi Üniversitesi'nde kaldık iki günlük uzun tatil boyunca. Üniversite muhteşem bir yerde. Buranın öğrencileri böyle bir manzarayı fazlasıyla hak ediyorlar. Üniversiteden Boğaziçi Köprüsü hem gece hem gündüz harika görünüyordu.


Askersiniz işte. Zamanla yarış içinde. Klasik şeyler yaptık biz de. Vapura bindik, boğaz kenarında yürüdük, Kız Kulesi karşısında çay içtik vs.


Nasıl da basit geliyor değil mi insana yeşilliklerde yürümek, ne bileyim çimlere uzanmak.


Dalından erik koparıp afiyetle yemek...


Boğazda sucuklu yumurtaya ekmek banmak. Kale'de tıka basa kahvaltı yaparken denizi seyretmek.


Yokluğun içindeyken insan, asıl o zaman anlıyor yaşamanın kıymetini. Arabamda müzik dinleyerek yolculuk yapmak ne de büyük ayrıcalıkmış aslında. Yokluğu görmeden var olanın kıymetini tam olarak idrak edemiyor insan. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte bu yazı burada. Bir sene geçmişken üstünden hayatı hala doyasıya sevdiğim için şanslı olmamdan ötürü.