30 Aralık 2010

Buz Gibi Ama Sıcacık Bir Yılbaşı: 31.12.2009-Amsterdam

Hazır yeni yıl yaklaşırken ben de 2010 yılının son yazısını geçtiğimiz yılbaşına ayırmak istedim. 2010 yılına Hollanda'da Amsterdam'da girmiştik. Hayatın çok renkli, çok akıcı olduğu bir şehir Amsterdam. O nedenle biz de tıpkı herkes gibi sokaklarda meydanlarda girmek istedik yeni yıla. 31.12.2009 tarihinde anca çıkabildik yola ve aynı günün akşamında vardık Amsterdam'a.

Amsterdam'ın merkezinde Dam Meydanı var, orada toplanıyormuş herkes her türlü eğlencede. Doğal olarak biz de orada olacaktık. O nedenle meydana çok yakın bir yerde olan Hegra Otel'i tercih ettik yılbaşı gecesi konaklamak için. Hegra Otel aslında otel gibi değil de bir pansiyon tipinde. Temiz ve kahvaltı dahil. Hepsi bu. Zaten tüm gece dışarıda olacaktık, o nedenle konforu da düşünmeden fiyatı görece makul olan bu oteli tercih ettik. Amsterdam'da buram buram kokan o tarihi dokuyu Hegra Otel de aynen yansıtıyordu. Heerengracht Kanalı'nın hemen dibindeydi. Aşağıya otelden aldığımız broşürü düzenleyip koyuyorum. O otel için fiyatlara bakacak olursak konaklamanın Amsterdam'da pahalı olduğunu söyleyebiliriz.
Hemen belirteyim Amstel nehri üzerine kurulmuş Amsterdam. O nedenle şehrin tamamı Amstel nehri ve şehrin içine kadar sokulan Kuzey Denizi karışımı olan kanallar ile örülmüş. Bunu maps.google.com üzerinden rahatlıkla görebiliyoruz.
Acıkmıştık da hemen koştuk Dam Meydanı çevresine ve yemek yiyecek yer aradık. Karşımıza geleneksel Hollanda yemekleri yapan bir lokanta çıktı. Adını hatırlayamadım ama Dam Meydanı'na çok yakındı. İki katlı ahşap bir binaydı. Bir şey House idi. Geleneksel Hollanda Mutfağı (Traditional Dutch Cuisine) yazıyordu üstünde. Gidilmesi gereken bir yer olduğu için mümkün olduğunca tarif etmeye çalışıyorum. Geyikle falan ışıklandırılmıştı yeni yıla uygun olarak. Hayatımda içtiğim en güzel birayı orada içtim. Amstel'in Bock birası. Bayıldım tadına. İsmine aldanmamak gerek.
Çorbada Türkiye'deki tadı bulabileceğim ikinci bir yer olduğunu sanmıyorum ama içilebilir seviyedeydi. Havuç şekerliydi beğenmedim. Ana yemekleri güzeldi. Menüden bolca çeşit bulunabilir. Patates fena değildi. Karalahanayı ise yememek yedirmemek lazım.
Karnımızı doyurduk, algılamamız yerine geldi çıktık yola. Böyle her yerde havai fişek atılıyor irili ufaklı. Daha gece 12'ye 3-4 saat vardı. Ama pata küte patlıyordu fişekler. Ortalıkta kesif bir koku vardı. Ben, en saf düşüncelerimle, çok fazla atılan havai fişeklerin barut kokusunun kenti sardığını düşünüyordum. Eşim beni bu saflıktan kurtardı. Özgürlükler ülkesi Hollanda'da uyuşturucu kullanımı da belli ölçülerde serbest. İşte o serbestlik özellikle buraya akın eden turistlere çok cazip gelmiş. Esrar ve marihuana kokusu vardı, varmış her yerde. Bu uyuşturucu coffeeshop denilen yerlerde ve farklı dozlarda ikram ediliyormuş. Hayatımda dumanlı içecek kullanmadığım için bu yerlerin yanından geçmek dahi başımı ağrıtmaya ve üstümü kokutmaya yetti.

Cinsel açıdan da özgürlükler ülkesi Hollanda. Birçok yerde aleni olarak cinsel hayata dair ürünlerin satıldığını gördük. Bazı dükkanların cam süslemeleri oldukça komik görüntüler arz ediyordu. Bir tane görünce şaşırtıcı geliyor insana ama birçok yerde görünce sanki olağanmış gibi algılıyor insan. Resim vermeyeceğim elbette.

Hava buz gibi olacağından bir kanyak ısıtır içimi diye almıştım zulamı yanıma. İçime yün içlik ve kat kat kazak giydim. Yetmedi kulaklarımı da örtecek bir bere aldım Dam Meydanı'nda bir dükkandan. Ben içerek ısınırken içmeden yeterince ince giyinenler vardı. Resimde benimle aynı karede olan hanımefendi gecenin mutasıplarındandı!!! Dam Meydanı ışıklandırılmıştı ve yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Havai fişeklerin kalıntıları yerlerde gitgide artarken, dumanların yarattığı sis de meydanı doldursa da hafif esen rüzgar tarafından tasfiye edilmeye mahkumdu. Sokaklar ışıl ışıldı, ağaçlar süslenmişti. Meydanda koca bir tane de yılbaşı ağacı kurulmuştu.
Soğuğa aldırmadan doyasıya eğlendik. Gelecek günün bir önceki günden çok da farklı olmayacağını bile bile yeni yıla yepyeni umutlarla girmek, tazelenmek, iyimserleşmek ne güzel bir şey. Hele bu günü bir de tarihi dokusunu tüm kente yaymış, ışıl ışıl, canlı ve gerçekten heyecanlı bir şehirde karşılıyorsanız gerçekten etkileniyorsunuz. Çok mutluydum o gün ben. Unutamayacağım bir yeni yıl geçirdim. Kimi zaman soğuktan, kimi zaman eğlenceden hoplaya zıplaya girdik yeni yıla. İnsanlar meydana akın etmekle kalmadılar, yeni yılla birlikte heykellerin meydanı görebilecek yerleri dahi doldu. Tabi müthiş bir havai fişek salgını. Her yerde ama her yerde. Bu kadar çok havai fişek atılmasının nedeni havai fişeğin sadece o gün için serbest bırakılması imiş. Çevreyi izlemekten zamanın ne de çabuk geçtiğini anlayamadık bile.


Her zaman olduğu gibi güzel dileklerle girdik yeni yıla. Şimdi aynı güzel dilekleri katladık koyduk kutuya, bıraktık süslü bir çam ağacının dibine. 31.12.2010 saat 23:59'da açacağız o kutuları ve dileklerimiz 01.01.2011 00:00'dan itibaren kabul olmaya başlayacak. Ne kadar pozitif girersek yeni yıla o kadar güzellikle karşılaşacağız. Umut etmek güzeldir.
Hepimize mutlu yıllar.

19 Aralık 2010

Karadeniz'de Küçük Bir Huzur Mekanı: Çakraz

Ankara'dan çıkınca yola hep Amasra gelir akla Karadeniz deyince. Doğru da bir tercihtir aslında ama Amasra'ya çok da odaklanmadan bir 15 km. daha giderek Çakraz'a gitmek çoğu tatilcinin ya bilgi dağarcığında yoktur ya tercihinde. Biz oldukça mutlu olmuştuk Çakraz'da. Gündüz deniz ihtiyacımızı bu güzel tatil beldesinde giderip akşam yemeğimizi Amasra'da yemeyi tercih etmiştik. Ne de iyi etmişiz.
Karadeniz'de bir tatil beldesine gitmek gittiğiniz yer neresi olursa olsun keyif verir insana. Çünkü yemyeşillerin arasından uzanır otomobiliniz tatile.
Orta serinlikteki tertemiz hava, tıkabasa yemiş olsanız yine acıktırır sizi. Hayatın tadını almak için önemli bir araç olarak görüyorum yemek yemeyi. Durmasam yol üstünde, olmayacaktı.
E, karnı doyan abdalın gözü yolda olurmuş derler. Yine düştük yollara ve Amasra'ya ulaştık. Geriye sadece 10 küsür kilometrelik bir yolumuz kalıyordu. Biraz geçince Amasra'yı dağların ardından baktık gerimize. Amasra olanca güzelliğiyle serilmişti.
Çakraz'ın beyaz kumları var. Küçük bir koy. Denizi yeterince sığ. Kendi yüzme kapasiteme güvenmekle birlikte her zaman Karadeniz'den korkmuşumdur. Ürkütür beni derinliği, dalgaları. Çakraz'dan öyle fazla korkmadım. Ama boyumu aşan yere de gitmedim.

2009 yılının Eylül ayında gitmiştik oraya ve deniz sütlimandı. Yalnız levha koymuşlar sahile. Deniz dalgalıyken girmeyin diye. Yöre halkı, denizin dalgalı olduğu dönemlerde dipten akıntı olduğunu söylüyor, ayağınızın altındaki toprak (kum) birden çekilebiliyormuş. Zaten dalgalıyken Karadeniz'de işim olmaz. Kum çekilmeden ben çekilirim bir kenara.

Dedim ya deniz durgundu diye. Denizden istifade ettik bu nedenle. Turizmin çok fazla gelişmemiş olması dolayısıyla çok da el değmemiş Çakraz'a. İnşallah da değmez diyeceğim ama yle kötü yapılaşmalar gördük ki; sanırım kısa sürede burayı da kaybederiz.
Çakraz tek başına huzurlu ve idare edecek düzeyde bir tatil beldesi. Ancak koyun hemen bitiminde 4-5 dakika yürüme mesafesinde başlayan ve hiç el değmemiş olan Karaman Koyu var ki; işte orası dünyalara bedel. Yukarıda google üzerinden verdiğim Çakraz görüntüsünde resmin solundaki burundan başlayan yer Karaman koyu. Neden el değmediği konusuna gelecek olursam, dağların izin vermemesi şans olmuş Karaman Koyu'na. O nedenle araçla gidemezsiniz oraya. Sarp dağlarda küçük akrobatik hareketlerle yürümeniz gerekir. Ancak tehlikeli değil yürümek. Kayaların üzerinde yürüyüp, biraz tırmanıp, biraz inip varıyoruz işte.
Biraz kayalarla cebelleşince ödülümüzü alıveriyoruz hemence. Olanca güzelliğiyle Karaman Koyu.
Karaman Koyu'ndaki kayaların dibinde dünyanın midyesi var. Büyük şehirlerdeki pis midyelere (bulunca yok demem ama temizi daha cazip elbet) tamah etmek zorunda değil yani buranın halkı. Mis gibi tertemiz midye yiyorlar. İşte o resimdeki güzel kardeşimle midye toplayacaktık. Sonra bunları Ankara'ya götürene kadar arabayı koku kaplar diye vazgeçtik.

Çakraz'ın bize sürprizleri Karaman Koyu ile sınırlı kalmadı. İki tane yunus gördük koyda. Dibimize kadar geldiler. O sığ denizde atlaya atlaya yüzdüler. Hatta korktum bir ara kıyıya vuracaklar diye. Sanırım bir balık sürüsünün peşine takılmışlardı.
Biz Çakraz'da Özmenler Otel'de kaldık. Memnun da kaldık. Çalışanları güleryüzlü. Çakraz'a hakim bir yapıda. Odaları temiz ve geniş. Mutfağı temiz. Çakraz'da kendi şezlongu ve şemsiyesi olan tek kuruluş idi bizim gittiğimiz dönemde. Yöreye kıyaslayınca iyi bir otel. Naçizane kanaatim deniz zamanında Karadeniz'e gidilecekse eğer Çakraz'da kalmak, Karaman Koyu'nda yüzmek, Amasra'da gezmek ve yemek, Özmenler Otel'de de konaklamak mantıklı bir seçim olacaktır.

12 Aralık 2010

Çin Düğünü

Çok değer verdiğim kardeşimin düğünü için fizana olsa giderim demiştim, çok ciddiye aldı sanırım bizi ki; fizana olmasa da Çin’e gitti ve orada bir yuva kurdu. Bize de Çin’e gitmekten başka bir çare bırakmadı. Allah mutluluklarını daim etsin. Onlardan en az 3 çocuk bekliyorum başbakanımızın buyruğu doğrultusunda. Emir büyük yerden. Ben anlamam Çin’de sadece tek çocuğa izin verilmesinden, bir formülünü bulacaklar artık.

Kullanılacak çok malzeme olduğu için uzuuuuun bir yazı olacak. Çok vıdı vıdı yapmadan anlatmaya geçeyim.

Düğün önceleri ister Çin’de olsun, ister Türkiye’de her zaman damat için işkence imiş bunu gördüm. Ne hale sokmuşlar kardeşimi. O hale giren kardeşime de buradan Allah seni bildiği gibi yapsın diyorum. :))))


Bize gelince biz de düğün öncesinde bir gelip ortalığı kolaçan ettik. Gelinin en yaşlı akrabası taaa Moğolistan’dan çıkıp gelmişti. O da salonu bir gün önceden ziyaret edenler arasındaydı.


Orada bir taht gördük ve de üzerinde acayip kıyafetler, yukarıdaki resimleri gördükten sonra damadın ve gelinin bunları giyeceğinden emindik ama giymemeleri isabet olmuş. Zararın neresinden dönülse kardır.


Ben de anlamsız bir şekilde balık tezgahı gibi görünen dekorun arkasında bir resim çektirdim.


Her neyse bizdeki gibi süslenmiş bir araba ile geldi yeni çiftimiz. Arabanın altında, üstünde, sağında solunda para isteyen tutkallı çocuklardan göremedik. Gelirken konfeti benzeri şeyler patlatıldı.


Her düğünde duygusal anlar oluyor, ağlayanlar oldu.


Damadın babası kapıda misafirleri karşılamaya hazırdı.


Salonda gezinirken ejder kültürünün bir parçası olarak balkabağı gibi bir meyvenin oyulmasıyla oluşturulmuş bir masa süsü gördüm.


Düğün bizim düğünler gibi oynamalı değildi. Yemeli içmeli kısmı ise aynıydı. Bir konuşmacı aldı mikrofonu eline, saatlerce çok anlaşılır olduğu belli olan ama bizim hiç anlamadığımız bir Çince ile konuştu durdu. İşte merasimde neler yaşanacağını vs. anlattı misafirlere. Sonra Çin kültüründe oldukça önemli olduğunu öğrendiğimiz şekilsel tören başladı. Gelin ve damat 3+1 selam verdiler tiyatrocularımız gibi eğilerek bellerine kadar.


Misafirler selamlandıktan sonra kızı almak için çileli yolculuğu başlamıştı kardeşimizin. Önce her iki tarafın da kayınvalide ve kayınbabalarının gelin ve damadı çocukları olarak kabul etmeleri gerekiyordu. Bunun için de çok etkili bir formül bulundu. Yeşil çay içmek. Hazmı kolaylaştırıyormuş. O nedenle anne ve babaların çocuklarının evlendiğini hazmetmeleri gerekiyordu :) Efendim bir tepsi içinde 4 bardak yeşil çay geldi.


Damadımız ilk yeşil çayı kayınbabasına verdikten sonra, ona “baba” anlamına gelen “BA” kelimesi ile hitap etti.



Sonra kayınvalidesine sıra geldi. Ona da çayı içirdi mi damat yırtacaktı. Kayınvalide çayı içti, damat da “anne” anlamına gelen “MA”yı yapıştırdı.


Türk tarafının kızı kabulü için ortamın yumuşaması lazımdı :) Hemen iki çay söylendi. Gelin önce kayınbabasına içirdi çayı afiyetle ve “ba” anlamına gelen “BABACIĞIM” diyerek bizim milliyetçi duygularımızın yumuşamasını sağladı. Helal olsun damada dedik. Yengemize nasıl da Türkçe öğretmiş, dedik. İşte budur dedik. Yok ya demedik.


Neyse damadımızın annesinin, biricik teyzemizin gözü sıcacık çaya doğru kayıyordu, hemen gelin atladı ve “ma” anlamına gelen “ANNECİĞİM”i söyleyince buzlar eridi. Bir nevi “verdim gitti” ortamı oluştu orada.



Çay töreni sonrasında iki aile akraba oldu ya, hemen jest yapmaya başladılar birbirlerine. Kız tarafının annesi atik çıktı. Bizim oğlanı kendi tarafına çekmek için :) onu hediye ile kandırmaya çalıştı.


Türk tarafı durur mu? Bizim teyzenin eşine attığı dirsek sonrasında kolu çürüyen :) damadın babası sevgili amcamız hemen gelin kızımıza hediyesini takdim etti. Bizdeki gibi takı töreni yoktu. Bu açıdan Çin’den kız almak oldukça cazip.



Hediyelerin takdimi ile gergin olan ortam yumuşadı ancak damat ile gelin hala gergindiler. Mesela yani :) Hemen birer şarap getirildi. İçsinler de rahatlasınlar, gevşesinler diye ama şu şarabı koldan dolayıp içirme geleneğini kim bulduysa ve özellikle de dünyaya kim yaydıysa iki elim yakasında ona göre. Şarabı böyle içmeye çalışırsan yumuşamak bir yana kaskatı olursun.



Ama sonradan anlaşıldı gerginliğin sebebi. Ben gerginlik diyorum da lafın gelişi o. Bizim damat uyuşturucu verilmiş gibiydi kendine. Alabildiğine gülümsüyor, pis pis sırıtıyordu. Neyse gerginlerdi dedik. Meğerse daha bunlar aralarında yüzük takmamışlar. Yüzük takmadan da çayla anaları babaları kandırmışlar. Yapacak bir şey yok. Hemen tatlıya bağlandı olay. Yüzükler geldi ve sorun aşıldı. Yalnız damadın yüz ifadesine bakar mısınız? Tabi haklı adam “büyük iş yapmış” gibi sırıtmakta. Türkiye’de nerde erkeğe yüzük takacak hanımlar. Akılları fikirleri kendilerine takı alınmasında takılmasında. Velhasıl kelam yüzükler takıldı, düğün garantiye alındı.



Sonra Çinli spikerin konuşmasından kardeşimizin gelini öpmeye belediye başkanının kendisine verdiği yetkiye dayanarak hak kazandığını anladık. Yahu bir baktık, Türkler hemen bir tribün kurmuşlar. Allah’tan ellerinde meşale yok. Yoksa yakacaklar düğünü de çifte kumruları da… Hemen bir “öp, öp, öp, öp, öp!!!” tribünü kuruldu. Tezahüratlar sonrasını belgelendirmesek de olur, hatta daha iyi olur.


Neyse hakem maça ara verince tezahüratlar kesildi ve ne amaçla yapıldığını anlayamadığım ama kesin mutluluk ve huzur vermesi için ne bileyim şans getirmesi için de olabilir acayip bir merasim başladı. Bizde Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler bir ara bir yarışma ve şov programı yapıyorlardı. O yarışmada böyle 68 kat şarap kadehi piramit şeklinde diziliyor, sonra bir merdivenle yarışmacı onun tepesine çıkıp tüm bardaklara en tepeden şarap doldurmaya çalışıyordu. Birden o sahneler canlandı gözümde. Uzun ömürlü ve sağlıklı olmak için o piramitlerin şarapla doldurulması gerekiyordu. Doldurulur dedim, doldurulacak, pardon dolduruldu.


Uzun ömürlü ve sağlıklı olmak için piramidi şaraba boğduk ama genç çiftimize başarılı ve mutlu bir gelecek de lazımdı. Onun için ise öncelikle el ele tüm mumların yakılması gerekiyordu. Neyseki büyük bir kararlılıkla bunun da üstesinden geldiler yengem ve kardeşim.


Sonra bizde de olan bir geleneği yerine getirdiler. Tatlı yiyelim tatlı konuşalım diye düğün pastamız geldi. Ancak gelenek biraz daha ucuzdu Çin’de. Bıçak kesmiyor, geleneğine rastlamadık. Buraya gelmemiş, iyi de olmuş.

Tatlı yiyelim tatlı konuşalım dedik ya. Pastanın kesiminin sonrasında önce damat, sonra gelin, sonra bizim kayınbaba, sonra onların kayınbaba mikrofonu aldılar ellerine bir güzel duygularını anlattılar. Bu arada bizimle benzer bir gelenek daha vardı Çin’de. Ortalıkta şuursuzca gezinen çocuklar. Alttaki resimde bunlardan bir tanesinin nasıl ekarte edildiği görebiliyoruz.

Bu arada bir de mutluluk fermanı okundu düğünde. Çok anlamlıydı ama biz anlamadık.


Çinli gelin ve kayınbabanın verdikleri son mesajlar oldukça güzeldi. “Bol bol yiyin, bol bol için, bol bol eğlenin.” Biz de kırmadık onları :)





Tüm bu fasılların ardından günü ölümsüzleştirmek kalmıştı geriye. Resimlerimizi çekildik. E artık onlar da bize kalsın. Tekrar tekrar bir ömür mutluluklar diyorum kardeşime ve yengeme. Çocuğunuz olursa adını Onur koyun ki; hiçbir Çinli telaffuz edemesin…