Bundan bir yıl önce yani 2010 yılının Şubat ayında İzmir'deydim. İzmir kendisine yakın tatil beldelerinin yanı sıra kendi güzelliği ile de çok çekici geliyor bana. Bir defa Akdeniz çocuğu olarak ben, denizin o insanın içine işleyen nemini, kışın ürperten veya okşayan, yazın fark ettirmeden kavuran rüzgarını gördüm mü, Ankara'yı aramaz oluyorum hemen. İşte böyle bir ruh haliyle bir araç kiralayıp, İzmir çevresini gezmeye koyulduk.
İlk durağımız Urla idi. Yarı yağmurlu, yarı soğuk ve tam anlamıyla turizmin ölü olduğu bir dönemde gittiğimizden Urla'nın çevresindeki adaları göremedik. Şirin bir limanı vardı kentin.
Özellikle devlet hastanesine giden yol ilginç ve güzeldi. Hastane bir adaya inşa edilmiş ve ada ile ana kara bir kara yolu ile birbirine eklemlenmiş. Allah kimseye vermesin ama hasta edecekse de böyle bir yerde yatmak ayrı bir motivasyon olurdu herhalde. Hastaneyi değil ama yolunu paylaşacağım.
Hastane yolundan çıktıktan sonra Alaçatı'ya gitmek üzereyken yol üstünde son derece bakımsız bir kazı alanı gördük. Limantepe kazı alanı. Limantepe Höyüğü'nün tarihi milattan önce 6. bin yıla kadar uzanıyormuş. Bu tarihi eserin Klazemonai isimli İon kentinin bir parçası olduğu ifade ediliyor. Yapılan kazılarda bulunan eserler İzmir ve Manisa müzelerinde sergileniyormuş.
Urla'dan iklime bağlı olarak umduğumuzu bulamayıp Alaçatı'ya doğru yola koyulduk. Alaçatı dalgalı ve sörfe uygun denizi ile meşhur. Ama biz iklim gereği bunlardan yararlanmaktan mahrumduk. Kaldı ki; hiç de sörf yapmamışım. Şimdi nasıl yapardım bilemiyorum. Ama Alaçatı'nın içi iklim falan dinlemiyordu kendisine hayran bırakmak için insanı. Dar ve kare taşlarla örülü sokakları beldeye bir büyü katıyordu. Alaçatı mübadele öncesi Rum vatandaşlarımızın yaşadığı bir yermiş. Ticaret Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak azınlıkların elinde olduğundan, her bir azınlık kesiminin Türk halkından daha varlıklı olduğunu görüyoruz. İşte bu refah düzeyi azınlıkların yerleşim yerlerinin çok estetik ve sağlam olmalarını açıklıyor. Bu yorumdan sonra Alaçatı'nın güzelliklerini aktarayım.
Alaçatı'nın güzel sokaklarında gezmek acıktırıyor insanı. Gerçi söz konusu tatil olunca benim psikolojim daha da farklı oluyor. Ne yapsak da acıksam, kendimi farklı yemeklerin ortasında bulsam, diye düşünüp duruyorum. İşte bu hevesimi gittiğimiz güne denk gelen Alaçatı'nın halk pazarı doruğuna çıkardı. Sayısız yeşillikler, dünyanın meyvesi, efendime söyleyeyim taze taze balıklar, üstüne üstlük ucuz. Bir de Ankara'da yaşayınca insan, o yeşillikler daha bir cazip geliyor insana. Bir kısmına istisnaen rastlıyoruz, bir kısmını ilk kez görüyoruz. İşte bu manzara Ege'nin meşhur zeytinyağlı yemek ve salatalarını ayrı bir merak etmemi sağlıyor. Kendimi frenlemesem dünyanın şeyini alacağım ama nereye götüreceğim ki; hemen ardından Ankara'ya dönecek olsam neyse.
Madem pazarı Ankara'ya götürme imkanımız yok, o halde pazarın ürünlerini şöyle güzel bir lokantada tadalım istedik. Gerçi ben kendimi biliyorum. Pazarı Ankara'ya götürme imkanım olsa yine giderdim o restorana. Alaçatı sokaklarını gezerken gözüme ilişmişti Barbun Restaurant. Keşif bitince soluğu orada aldık. Menü son derece zengindi. Şuuru toparlamasak ya zafiyetten ya hesaptan kalkamazdık oradan. Her şeyden isteyesi geliyor insanın.
Orada klasik olarak bir Ege otları tabağı aldık. Enginar kalbi yedik. Biz enginarı, Ankara'da suyun içinde yüzen bardak altı gibi bir sebze olarak biliriz. Ama Ege'de bunu sadece bardak altı görünümlü bir sebze olarak değil yeşil yaprakları ile birlikte servis ediyorlar. Bu şekilde servis edilebilmesi için de fazla büyümemiş kartlaşmamış olması gerekiyor. Muhteşemdi tadı. Günün zirvesini ise Balık Kokoreç ile yaptık. Bu sefer malzemesi, bildik değil, balık etiydi. Harika bir baharat karışımı ile servis edildi ve normal kokoreç kadar muhteşem bir lezzete sahipti.
İzmir civarına ilişkin yazılarıma devam edeceğim.